10.23.2010

Milan Baros


bugün trt3 te fb derbilerini izledim de. bariz bir durum vardı ortada. tanju varsa kazanıyorduk, tanju yoksa prekazi ortalıyordu kimse kafayı vuramıyordu. aklımdasın tabii o sıralarda... hadi be baros!

http://www.youtube.com/watch?v=fSOmaAk-gbw&feature=related

8.19.2010

Tam Zamanında Yaşamak



Yemek de boş içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.

Tam zamanında öpmelisin ...mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.

Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için;
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.

Tam zamanında okşamalısın basını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.

Tam zamanında koymalısın elini omzuna
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.

Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuğu.

Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon'da Hasan Ağabey' in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.

Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.

Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.

Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.

Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.

Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.

Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.

Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.
Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.

Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.

Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında âşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.

Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.

Haydi, şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi, kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI.

Can YÜCEL

4.25.2010

Hayat ve anlamı - Kaan Sezyum *

Geçen haftadan beri hayatımın pek bir anlamı yok gibi geliyor. Ne yazılarımı okutacağım birisi, ne sabah güldüğümüz birisi, ne de balkonda kuşları yemlediğimiz birisi var yanımda. Yok yani. İşin en fenası da bu yok oluşun, tam anlamıyla bi yok oluş halinde gerçekleşmesi oldu. Gayet güzel kahvaltı ederken, birlikte Türk kahvesi için tek bir sigarayı ortaklaşa tüttürürken birden akşam oluyor, evde kimseler yok. Çat! Şimdi evde iki kişi kaldık. Kedimiz Tortor da bu vesileyle üzerime kaldı. Yokluk kendisini zamanla hissettiren bir şey. Varken olanı hissetmiyorsunuz, yokken de olmayanı hissediyorsunuz, garip. Kısa sürede çok üzüldüm.
Üzülmemin sebeplerini düşündüm biraz. İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım. Ama arkadaşlar iyidir, beni yalnız bırakmıyorlar. Yalnız kaldığınız her an bi takım anılar çıt, çıt ya da güm güm şeklinde kafanızın içinde patlayıveriyor. Geceleri uyumak çok zor. İçki de içmediğimden, uyumak için alternatif tıbbın tüm bileşenlerini devreye sokuyorum.
Gözlerimi bilinçli olarak kapatmak istemediğimden yapılabilecek en sıradan şeyi yapı TV’ye bakarken ekran karşısında sızıyorum. Sabah kalkış kısmı daha fena. Uyandıktan sonra yatak keyfi diye bir şey yok. Zaten yatakta keyif yapacak bi şey de yok. Sabahın köründe kargalarla birlikte oturup bok yemeye başlıyorum ben de. Ne yapalım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz ne de olsa. ‘Hayat devam ediyor’ filan diyorlar ama benim için aslında hayat pek devam etmiyor şu sıralar. Neyi devam etsin? Benim için hayat yeniden başlıyor şu anda sanırım. Hem de sıfırdan.
Sevindiğim şeyler de var. Son bir yılı reklam acansındaki işimden ayrılıp evde Nursel’le birlikte geçirmiş olmamız beni en çok rahatlatan şeylerden biri. Ortalama insanlardan çok daha fazla birlikte ve mutluyduk son bir yıl içinde. Evde sabahtan akşama oturup, ağaçlara bulutlara, Tortor’a bakıp gülüyorduk. Çok mutluyduk, gerçekten. Çoğu insanın yaşayamayacağı kadar mutluluk yaşadım son bir senede. Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu. Şimdi o mutluluk anları anı olarak suratıma kapanıyor. Yalnızlığın bir başka karanlık tarafı da ortaya çıkıyor böylece; karşılaşmalar.
Sabahtan akşama çevremdeki birçok şeyde birlikte yaşadığım, eğlendiğim ve mutlu olduğum insanı görüyorum ister istemez. Neyse ki şimdi kendisini Heybeli’ye bıraktık. Bir süre sonra o da adanın bir parçası olacak, Heybeli’ye her gittiğimde belki de enseme konan bir sinek, topraktan çıkan bir çiçek, ağacın tekinde ekşi bi erik ya da peşimden gelen yavru bi kedi olacak. Şimdilik beklemekte yarar var. Hiçbir şey kaybolmuyor, bu da bir gerçek.
Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece.
‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi. Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için. Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip “Şimdi mükemmel olduk” diye salak salak sevinirdik. Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk. İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi? Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş. Şans işi işte.
Bir yandan da birbirimize hiç benzemezdik. Zevklerimiz çok farklıydı ama bana her zaman yeni bir şeyler gösterirdi. İnsan olmayı, çevremi sevmeyi Nursel’den öğreniyordum, daha da alacak çok dersim vardı. Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu. Daha öğrenecek çok şeyim vardı.
Beni hayata bağlayan şeydi kendisi. O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum. Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi. Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte.
Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş,
bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek.
Bi fotoğraf filan koymak istiyordum ama hiçbir şeye bakamıyorum. Zaten tüm fotoğraflar benim aklımda. Zamanla çıt çıt açılıyorlar. Şimdi onlara bakmak için çok erken.
Karşılaşmalar, eşyalar ve yerler en fenası. Ama her şey ilk seferinde çok acıtıyor insanın içini. Aynı yerden ikinci geçişinizde sadece içinizde bi sıcaklık kalıyor. Bakalım ne olacak? Hayatımın en büyük darbesinden sonra ne kadar sıcak beni kurtaracak bilemiyorum. Yalnızlık sıcak bi şey değil, onu çok iyi biliyorum.
Geçen hafta tam da şu satırları yazdığım sırada yanımdan gitti, artık yok. Yani var ama, yok. Üzücü ama gerçek, ne yapalım?
Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok.

*Kaan Sezyum'un eşinin ölümü üzerine Radikaldeki ilk yazısı. 13.3.2010 tarihinde yayınlanan
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=13.03.2010&ArticleID=985451

4.23.2010

onun hikayesi

birileri gidiyor birileri geliyor derlerdi de yaşamadan anlaşılmıyor bazı öğütler, tenbihler. hatta o öğütlerin bile değeri daha iyi anlaşılıyor şimdi. sıkışınca, darda kalınca, karanlıktan çıkmaya çalışınca.

amca oluyorum yakında. mayısın ortalarında bir erkek yeğen gelmesini bekliyoruz dünyaya. şimdiden kafamda dönüyor tabii neler yapılır neler edilir bir yeğenle diye. tek isteğim olacak ondan. o da galatasaraylı olması. ee tabii galatasaraylı olmak için de nedenlere ihtiyaç duyacak. onun aklı erdiğinde nasıl bir galatasarayı olacak bilemem. belki dos santos efsanesi dillerde olacak. belki de ardamızla uğraşacak güzide medyamız hala sıkılmadan. bunları tahmin etmeye çalışmaya müneccimlik diyorlar. ancak bir geçek var. gidişinin üzerinden 10 yıla yakın zaman geçmiş olan bir efsaneyi gördü bu gözler. metin oktay'ı tarif edemeyiz büyüklerimizden dinlediklerimizin dışında ama hagiyi tarif edecek bir ton kıstas var elimizde. 10un hikayesi bu videoyla başlayacak yeni bir hayat için belki de...

4.22.2010

geçende senden bahsetmiştik




zaten yoktun uzun zamandır hayatımda. bir msn iletilerini görüyordum. bir de facebook fotolarını. seni daha fazla görmek istememek için abuk subuk laf attığım, kızacağını bildiklerimi söyledikten sonrada hem msnden engelledin hem facebooktan sildin. aslında geçen yaz ara ara beni aradığında msn den laf atmalarında da terslemelerimin nedeni belliydi. beceremiyordum eski sevgiliyle arkadaş kalmayı. beceriksizliğimin faturasını da arkadaş olabilecek eski sevgililerle beraber çekiyordum.

şu üstteki paragraf sana özür mektubumdu. ya da özür de demeyelim sebebimdi. bundan sonrasında "senin gününü" sana anlatayım birazda. belki okursun diye...

"geçende senden bahsetmiştik" dedi kardeşin. bir şey diyemedim. iyi mi bahsettin kötü mü bilemedim. kardeşinin yüzünden de anlaşılmıyordu zaten. zira senin gibi yaptı bütün cenaze töreni boyunca. gülümsedi sürekli, yüzünde somurtganlık aradım. eve zorla gelen misafire yapılan gülümseyiş mi bu dedim. yok hayır. gülümsüyor, bir de üzerine tek tek dolaşıp ablamın ne çok sevdiği varmış diyordu. diğerlerini bilmem ama ben gözyaşlarımı sakladım kardeşin yüzünden. o bu kadar ""metin" olmanın ne demek olduğunu örneklerken bizlere ben nasıl ağlardım! tabii bir yere kadar. bastır bastır duygularını bir yerden sonra tutamıyorsun...

derler ki ruh dolanırmış cenazesinde. izlermiş her birimizi. hatta 40 gün evden çıkazmış derler. inanmam. inanmazdım ya da... şöyle söyleyeyim, başıma gelmediği için fazlaca ne anlama geldiğini bilmezmişim. sanırım ağır ağır bir vedalaşma şekli bu. bir anda olanı 40 güne yayıyorlar. çünkü hayat devam ediyor diyorlar. ne için peki? daha çok çalışmak için. daha çok çalışalım ki birinci olalım istiyorlar. bilmem en çok sen mi çalıştın. gördüğüm kadarıyla oynamayı, zıplamayı, hoplamayı hepimizden daha çok seviyordun. oynama dedim oynadın misal. seçim senindi tabii ki. en doğrusunu da sen seçmişsin şimdi bakınca. iyi ki oynamışsın. yoksa bizim gibi hala birinci olamayacaktın belki de. birinci olamamanın verdiği kaybetmişlikle çalışmaya devam edecektin. bak kurtuldun sen. artık çalışmana bile gerek kalmadı. galiba en çok oynayanları birinci seçiyorlar.

aklımda bir şey var. bir şeylere benzetmeye çalışıyorum o töreni. hani babanın annenin görüntüsünü çıkar. babannenin dedenin hıçkırıklarını bir kenara koy. neredeyse yurtdışına okumaya giden bir master öğrencisinin havalanından uğurlama töreniydi. sanki gidecek ama gelemeyecekti. sanki gelemeyeceği içindi herkesin üzüntüsü. bilemedim. ama şöyle tahmin yürüttüm. seni bunca çok seven çalışıp kazanacak bu yurtdışı eğitimini. gelecekler yanına elbet bir gün...

biraz önce en çok sen oynadın dedim. şimdi çalışmaktan bahsediyorum. biz bilemeyiz oynamayı böylesine. öğrenebiliriz belki senden sonra ama şimdilik öğrenemedik tangonun inceliklerini. babana öğretmiş miydin bilememiyorum. yoksa gösteriyor muydun o gece. gazeteler dans ederken babasının kollarında fenalık geçirdi diyorlar. tam olarak doğru mu bilmiyorum ama en güzel başlığı onlar atıyorlar. dans ederken bırakmak yakışırdı sana da. en sevdiğin adamlardan biri nazım hikmet gibi manşetlere çıkabilmen için.

4.21.2010

ölümde varmış



bin senedir dilimden düşürmediğim laflarım var. "ölüm yok ya ucunda"sı ise bağlaç oldu artık hepsine. sanki bir yerlerde beni ve sevdiklerimi, tanıdıklarımı bekliyor gibi. gelecek, birini alacak ve gidecek.

oyun oynamaya başlayıp kendini korku filminde bulan küçük çocuklar gibi pısıyorum ölümü duyunca. hani bilinç altında bir etkisi olması lazım. neden bu kadar taktım kafaya bu mereti diye düşünüyorum. bilgim dahilinde tahmin edebildiğim tek şey yakınlarımı kaybetmemiş olmam fazlaca. çok sevdiğim adamlardan biri 1991, bir diğeri 1998 de ayrıldı buralardan. düşünüyorum ki bende fazla bir alışkanlığı olmadı ölümlere. uzak geliyorlar bana. 1998'den beri de bu kadar yaklaşmamıştı zaten.

canımın en sıkkın olduğu, en daraldığım, en bıktığım anlarda her şeyden; ölüm yok ya ucunda derim. umurumda olmaz onun için en büyük sıkıntılar üzerinden 3 gün geçtikten sonra. ancak bu aralar her şey üst üste gelir oldu. dünyevi hayatın en önemli üç kıstası aşk, iş ve para da dibi boyladım. en soğuk sularda yüzüyorum hepsinde biraz soluk alabilmek için. ama olmuyor olamıyordu. içim sıkılıyor, ruhum daralıyor, kafamı sanki presle sıkıştırıyorlardı. her fırsatta kendimi hukuk ve iktisat kitaplarından kaçırıp bloglara bomboş konular üzerinden insanlara bulaşmaya zorluyordum. unutmak kafamı dağıtmak için. ama bugün artık her şeyin dibi gibiydi. unutamıyordum hiç bir şeyi. acil paraya ihtiyacım vardı. deli gibi ders çalışmam lazımdı. kız arkadaşım(!) olan zat bana siktiri çekmişti. bense bir başıma evden bile çıkamaz halde donuk bir ifadeyle isyan ediyordum sessizce. gene o ses geliyordu içimden. aynı kelimeleri fısıldıyordu kulağıma. "ölüm yok ya ucunda."



bu sefer ölümde varmış ucunda. geçen sene 2 ay kadar beraber olduğum. ancak farklı şehirlerde olmamız vesilesiyle devam ettiremediğim ilişkimin karşı tarafı hayata gözlerini yummuş. beyin kanaması geçirmiş aniden. bugün bursada toprağa verilecekmiş. bense sabahın 5'i olmasını ve otogarın açılmasını bekliyorum bursaya yol almak için. helalleşemediğim eski kız arkadaşımla hakkım varsa helal etmeye gidiyorum. ölümünde olabileceğini bilerek artık her şeyin sonunda!

4.19.2010

keşke mi? asla!

keşkeler çok sevilir. hayatından memnun olmayan her insanın ilk lafıdır keşke. keşkeler arasına sığdırılan bir yaşamsa başkasına özenmekten başka bir şey değildir bana göre. keşke demem ben o yüzden. her insanın her hatayı yapabileceğine inanırım.

ikinci üçüncü şanslar çok önemlidir benim nazarımda. hataların süreklilik kazandığı yerde kasıt vardır. o yüzden bugün birine çok kızmış olabilirim ancak bir hafta sonra veyahutta kızgınlığım geçince bir kez daha oturup konuşulabilecek olduğunu düşünürüm hemen hemen her insanla...

insanlar konuşarak ve bir saat sonra ölebileceğini bilerek yaşamalıdırlar. konuşaraktan kastım bilinçaltında hemen hemen herkesin bulunduğu şiddete karşı durmak tabii ki. şiddeti çıkar yol olarak görenler acınasıdır zannımca. her insan birisine kızabilir, delirebilir falan. ancak bir insanın maddi bütünlüğüne zarar vermeye çalışmak hem inandıklarına en ufak bir saygısı olmadığını hem de kendine olan düşmanlığıdır aslında. kendi eksiklerini kendi bedenine olan kızgınlığını dışarıya çıkarır -savunma amaçlı olmayan- şiddet. hele ki ölebileceğini o uygulanan şiddet sonunda bilmek en acısı. öldürmek veya ölmekten daha büyük acı yoksa ve bir gün mecburen olacaksa bunu öne çekmenin ne anlamı var ki? hele ki bir dakika sonra bile bunun başa gelme ihtimali varken...

ben önümdeki bir dakikayı yaşama peşinde olan bir insanım. bir dakika sonra bütün bu çabaların hiç bir anlamı olmayabileceğini biliyorken 1 saat sonra bilmem nerede bululaşalım demek bile saçma. belki gerçekleşebilir kolayca ancak olmaz ise hesap sorulacak bir durumda değildir...

o yüzden müsait değilim bu aralar...

4.01.2010

Daniel Bensaid

"İmansız bir dinselliğin, ticarileştirilmiş maneviyatın, bireysellikten yoksun bireyselciliğin teselli edilemez kaderine, farklılıkların standartlaştırılmasına ve kanaatlerin formatlanmasına maruz bulunan bu batan dünya, ne 'ihtişamlı güneş doğuşları' ne de muzaffer sabahlara tanık oluyor artık"

3.31.2010

ohuyom ben yaa!



bu ülkede eğitim öğretim almak demek zorluk çekmek demektir. eğer ilkokulda simit alırken meyva suyu alamamışsanız bir gün, ballandıra ballandıra anlatırsınız bu durumu. hele ki sıra arkadaşınız o gün okula getirdiği çikita muzunu ucundan da olsa sizinle paylaşmadıysa ve gözünüzün içine baka baka yediyse. en kral ilkokul hikayesini siz yazmış olabilirsiniz hafif tebessüm hafifte mahrur bir edayla anlatırken.

baba, dede, kolejde okuyan dayı, enişte, hala, teyze hepsi büyük bir zorluk çekmiştir bu noktaya gelene kadar. birinin zamanında ilkokul 3 senedir. diğeri okuduğu sanat okulunu üniversiteyle bir tutmaktadır. adamın üniversiteden anladığı tarım aletleri bölümü olunca mantıklı geliyor tabii. neyse efendim bu ülke kolay kurulmadı işin özünde. herkesin kendi çapında derdi tasası oldu pek tabii ki. onca borç, 29 buhranı falan derken yoksulluk fakirlik diz boyuydu. hoş halen daha pek bir farkımız yok ama artık en azından okumak istesenizde istemesenizde liseyi zorla bitirtip sırf askerden kaçasın diye açıköğretimi bile geçebiliyorsun hoplaya zıplaya. yahu öss den 107 puan alıp (2003 te yürürlükte olan sisteme göre) her yeri kazanıyorum diyen adam gördü bu gözler. sonradan anladık. açıköğretimde her yeriymiş... (dünyanın en gereksiz eğitim sisteminin en gereksiz modelidir şu açıköğretim saçmalığı. mantığını anlayabilen, sebebini kavrayabilen varsa bu sistemin, bir zahmet beni bilgilendirsin.)

bunca zor yetişen ama yetiştiği sistemden de zerre hazetmeyen bu ülke vatandaşlarına "köy enstitüsü" gibi bir model sunulmuş zamanında. köylü halka; köyde yetişen, köyün şartlarını bilen ve köy için çalışacak olan adamlar eğitilmiş. ancak tam olarak meyvaları toplanmadan kapatılmış çeşitli sebeplerle. köy enstitüsü olmamış sanat okulu açmışlar. o da olmamış kredili sistem gibi bir ton zırvalıkla süslemiş türk eğitim öğretim sistemini. "lan ne anlar 15 yaşındaki çocuk kredili sistemden. sanki ortaokulda felsefe dersi mi verdin adama da kendini tanıyabilip hayatına yön versin" diyenlerde dinlenmemiş. o sırada piyasaya çıkan 1-2 kuşakta böyle böyle deneme tahtasına döndürülmüş.

konumuz şu videodaki adam aslında. "ohuyom ben yaa" diyerek fenomen olan, kimbilir hangi cezaevindedir şimdi dediğimiz. cezaevinde değilse bile kimbilir kimin iti köpeğidir diye tahmin yürüttüğümüz çocuk. bir önceki cümle de adam dedim ancak çocuk daha iyi tanımlayacak kendisini. zira bu kişi 18 yaşını geçmemiş muhtemelen. yani okul arkadaşları 18 yaşını geçmeyen nereye çeksen oraya gelir diyebileceğimiz bir sürü fırlama,zibidi veya en nihayetinde çocuk! bu çocukla aynı sıraları paylaşan, bu çocukla aynı kantinden alışveriş yapmak zorunda kalan bir sürü insan var bu memlekette. akli dengesi yerinde olmadığı anlaşılan saçma sapan hareketlerle abilerim dediği veya diyebileceği adamları korumaya çalışan bir piyon. kendinden geçmiş belki de haplanmış yada haplanacak bu aciz çocuk. bir sürü sebebi vardır bunun bu hale gelmesinde. bir sürü yan etken veya ana etken. ancak bir gerçek var ki bu dandik eğitim sisteminin yetiştirdiği bu çocuk dandik ceza ve tutuk evi sistemimiz sayesinde yanımızda gezinecek veya geziniyor. biz de bunlardan korunalım diye güvenlik görevlerine, güvenlikli sitelere, alarm sistemlerine paralar döküyoruz. it gibi çalışarak kazandığımız paraları. sistemin bize "şaka gibi" sunduğu bu çocuktan korunmak için sistemin korunma yöntemleriyle kendimizi savunuyoruz. bu çocuk aslında biziz, bu çocuk solumuzda ki kötü melek. bu çocuk bizim altbenliğimiz...

3.30.2010

Messi: "Bedava da oynarım"

"Barcelona'da oynayan ve yıllık 33 milyon Avro ile dünyanın en fazla kazanan futbolcusu olma özelliğini elinde bulunduran Arjantinli futbolcu Messi, ''Eğer bedava oynamak zorunda olursam bunu yaparım'' dedi."


ben de sana soruyorum messi. ya sigortanı yatırmasalar?

benten (i)


cennet cehennem vardır yoktur diye iddialı konuşan adamlara hayranlıkla baktım her zaman. hani bir insan bu konuda bu kadar güvenebiliyorsa kendine ve benimle yüz yüzeyse kesinlike yanlış yerde doğmuştur ya da yanlış eğitim almıştır. zira atom mühendisi de olabilirdi, facebook'uda ilk çıkaran o olabilirdi. tabii ailesinin evinin garajı olması şartıyla.

bu aralar genç yaşta ölümler veya hastalıklar çok sık olmaya başladı çevremde. çok yakınım diyebileceğim bir eniştemi bir de dedemi kaybettim şu 26 senelik ömrümde. ama ikisi de çocuklukta kaldı hayal meyal hatıralarıyla...

öte dünyayı ben hep farklı hayal ettim. hani zannetmiyorum ki sonucunu bildiği bir işe kalkışmış olsun yüce tanrı. ha derse ki yok arkadaş ben titaniği de 22 kere izledim ona bir şey diyemem. ama yine de her işsiz kaldığında olay aslında fight clup ta olum diyen bir adam değildir zannımca. (iç ses: adam derken?) bence şöyle bir olay olacak cennet cehennem kapılarının girişinde. onca sene yaşadın ettin ne aldın sen bakalım aslan parçası diyecek bu dünyadan göklerin efendisi. ne getirdin bana, ne gördün ne yaşadın, hırsızlık yaptın mı diyecek misal. ama hırsızlık yaptın yanacaksın demeyecek. hırsızlık yaptığında ne hissettin diyecek. adrenalin salgıladın mı deliler gibi, pişman oldun mu, başkasının hakkı mıydı o sence yoksa hala savunuyor musun onu ben hakkettim diye. neyi neden yaptığının mantığını sorgulatcak sana bence. yani ben öyle umuyorum...

bu bağlamda bana da soracaktır. ne kaptın bu dünyadan, ne aldın, ne getirdin bize, kötülükleri boşver güzelliklerden bahset der belki. hani belki mesaisinin son saatlerine gelirim sorgulama seansındaki çok yorgunum ben der, güzellik anlat bana, bir hoş sedadan bahset bana der. der mi? der.

ben de yaptım kendime göre bir liste. 10 tane diye başladım. tabii ki yetmedi sayıyla da rakamla da "onun" hacmi. liste uzadıkça uzadı. belki bu listenin tamamını anlatırım burada. belki bu ilk ve son güzellik olarak kalır ardımda.

işin özünü geçip yan hikayesine gelelim. bugünkü adamımıza. ilk ondaki yerini bilemem. birinci falan değildir, hatta ilk onda bile değildir. zira ortaokuldan beri kendisiyle bir kere kadıköyde karşılaştık. o fenerin maçına gidiyordu bense okul harcını yatırmaktan dönüyordum. bir de geçenlerde bir halı saha maçında. onun haricinde de üç beş facebook muhabbetmiz vardır. ama güzel adam taa ortaokul yıllarında belli etmişti kendini sıraya dadadu dadadu dadadu diye vurup içindeki darbuka aşkını gösterirken cümle aleme. bir de matematikçiden yediği efsane azar vardır. kendisi hatırlamam der ama o sırada çevresinde kim varsa unutamamıştır. "allah belanı versin şerefsiz zeki" dedirtmişti matematikçiye. adam öyle garip bir şekilde dedi ki sanki içinden diyordu ama yanlışlıkla fısıldadı. neyse genel olarak güzel bir adam ben bunu bilir bu söylerim. birazdan izleyeceğiniz videoda da belli ediyor zaten güzelliğini. eliyle darbuka çalarken ağzıyla başka bir enstrümanın sesini çıkarmaya çalışıyor. ve evet karşımızda zeki;




not: bu yazı ve video için kendisinden izin almadım. biran önce okuyunuz. sonra bu ne olum sil aga beni ordan derse silerim hiç affetmem.

3.27.2010

m.e.d.i.a.


sanırım 2. sınıf öğrencisiydim. ben gazeteci olacam triplerine girip cumhuriyet gazetesinde almıştım soluğu. okuduğum gazete, sevdiğim gazete bana kollarını açsana gazete dedim. yazı işleri toplantısına giren ibrahim yıldız sivimle ilgilenmek için 4 saat bekletti beni cumhuriyet kitap standının olduğu yerde. sıkılıp gazeteden çıkarken sanırım gazeteciliktende sıkılmıştım. o gün bugündür yer edinmedim bir daha medyada, total futboldan kazandığım bedava maç biletinin anonsu yapılırken yaklaşık bir yarım dakika ismimin yazması haricinde ekranda. bugünse belki de talihim döndü. zaytungun son dakika haberlerinde yer buldum kendime... bonaventure bildirdi.

3.25.2010

can yücel!

Seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun?
Nereden bileceksin?
Sen benimle hiç olmadın ki.
Olsaydın avuçlarım terlemezdi…
Isırmazdım dilimin ucunu…
Özlemezdim seni yanımdayken.Kıskanmazdım.

3.14.2010

sinek




bir sinek var. odanın içinde dolanıp duruyor. hapis hayatına düştüğünü farkettiğinden bir oraya bir buraya gidiyor. adeta oda da volta atıyor. arada çarpar gibi oluyor duvarlara ama çarpmamayı başarıyor güzel bir saltoyla. hayatına devam ediyor.

geçen yazdan mı kaldı acaba? aylardan mart malumunuz. bu zamanda lavraların bir olayı var mı hiç bilmiyorum. ama bir şekilde kışın bu dünyaya gelmeyi başarmış olsa bile yaşayabileceği sayılı yerlerden biri bu odanın içi, o kuytu köşe, bu sıcak baca...

yeryüzünde hayata geliyor. soğuğa dayanma yetileri olmadığı için sıcacık bir yer arıyor kendine. ona güven verebilecek hayatını idame ettirebilecek bir yer. tek kaygısı daha fazla yaşamak, daha fazla bokun üzerine konmak, daha fazla çiftleşmek. ne benim okuduğum kitapların farkında, ne senin izlediğin filmlerin,oyunların, ne onun gördüğü yerlerin. olmasını da beklemiyor kimse zaten ondan. aynı "baba, annemle siz beni nasıl yaptınız?" sorusuna kızaran bozaran, yanıt vermekten kaçınan baba gibi bakıyor hayata ya da "ben matematik yapamam"cılara benzer...

senden benden bir farkı yok yani sineğin. sende sinek gibisin kısmen. ama bir küçük ayrıntı var hayatında. o konduğu boku umursamıyor, sen tapıyorsun!

2.23.2010

Duruş



Beşiktaşlı duruşu nedir ne değildir anlayabilmiş değilim ama...

2.16.2010

sene 2015 (i)


Biz o sene atleticoyu elediğimizde Agüeroyla Forlan vardı o takımda. Bize elenmeden önceki hafta 6 kupalı efsane Barça kadrosunu yenmişlerdi.

2.13.2010

Real Madrid benimle 6 yıllığına sözleşme imzalasa inan kafam çok rahat olurdu.

*Hiç bir şeyi takmazdım kafama artık. Tüm hayalim sezon bitimin de Las Palmas'taki yazlığıma gitmek olurdu.

*Las Palmas'tan 5 dönüm zeytinlik alırdım, yazlık muhabbetlerinden sıkılınca zeytinliğe kaçardım. oh mis!



*Gel bu sene siteye sen yönetici ol diyenlere uzaklara bakıp cevap vermezdim. Sonra da eğer olursam siteye neler yapacağımı anlatırdım.

*Otopark mesela!

*Serhat Ulueren "bonaventure" dosyasını açmak için hiç bir masraftan kaçınmasa, ispanyadaki yaşantımı telegol seyircileri için görüntülese (ki geleli 3 gün olsa); "Raulla çok iyi anlaşıyoruz, bana bildiği her şeyi anlatıyor, ama Gutiyle oda arkadaşı olması beni kıllandırmıyor değil derdim.

*Barnabeu'ya yalnızca imza töreni için giderdim. Sonrasında kadroya girmemek için elimden geleni ardıma koymazdım. İmzadan bir ay sonra ben aslında barcalıyım diyip
taraftarların gözünden düşmeye çalışırdım.

*Nike, Adidas gibi markalar bana sponsor olmak istese hayır derdim hepsine. Sadece "Kelme"nin sponsorluğunu kabul ederdim. Onu da 92 avrupa şampiyonasında danimarkanın giydiği bir forma karşılığında. üstüne para vermeye tenezzül etse yöneticileri çok pis kızardım.



*Kelmeden halı saha ayakkabısı isterdim krampon yerine.

*Rıdvan halı saha maçına çağırsa terler hasta olurum gerekçesiyle gitmezdim.

*Haldun Üstünel beni yeniden futbola kazandırmak için 6 aylığına kiralamak istese. yok abi çok isterdim ama heyecanlanırım ben aslantepede sahaya çıkarsam. bir sürü adam derdim. bir de beleş kombine almaya çalışırdım kapalı alttan.

*Yeni açık altta olur. Sami Yen'den daha kötü bir görüş açısı olacak değil ya TT Arenanın.

*Futbola erken yaşta veda ederdim. Zaten futbola başlama amacımda bir an önce parlayıp dünyaca ünlü bir kulübe transfer olup, hiç bir şey yapamasam imza parasıyla iflah olmaktı.

*Manitam için sinema kapatmazdım. En sakin seansında giderdim. O da büyük ihtimal sabah seansı olurdu. Sevgili aşkitom o saatte ben gelemem derse oh daha iyi der yatar uyurdum.

*Gazeteciler beni futbolun kayan yıldızları arasında gösterse hiç dert tasa etmezdim. Hatta bir basın toplantısı yapıp futbol sensen yıldızda benim derdim. Alayına gider yapardım.

*Bonaventure şımardı derlerse üstüne "Ne yüzsüz adamsınız olum? Ben futbolu bıraktım diyorum, siz şımardı diyorsunuz! Anam mısınız babam mısınız?" derdim (aynı anda gözleri kısmak ve boynunu keserim işareti yapmak önemli tabii gerçeklik kazandırmak için)

tali yol

anlamlı (11) futbol (6) anlamsız (5) ben (5) birey (5) toplum (4) öteki (2) atarım tutar belki (1) atatürk (1) benten (1) müzik (1)

gözetmenler

Nineteen Eighty-Four

Nineteen Eighty-Four